9 Nisan 2024 Salı

Arap-Acem rekabeti ve Şuubiyye

 Hz. Peygamber'in ölümünün ardından yaşanan ilk yüzyılda epey buhranlı ve ihtilaflarla dolu bir süreç yaşandı. Cemel vakasından Şiiliğin ve Hariciliğin tohumlarının saçıldığı Sıffin savaşına siyasi ayrılıkların yanı sıra, Mürcie'den Mutezile'ye birçok fikrî ihtilafın sökün ettiğine şahit olundu bu yüzyıl boyunca. Müslümanların henüz yeni tanıştıkları dinle kurdukları ilişki ve atalarından tevarüs ettikleri ve etkisini koruyan bağın hem itikadi hem de siyasi anlamda yaşayacakları kararsızlık ve savrulmaların en önemli sebebi olduğu iddia edilebilirdi. İktidarın İslam'la ilk tanışan ve yeni dinin kurucu unsuru olduğu söylenebilecek Arapların elinde bir ganimet pozisyonunda kalması İslam'a sonradan dahil olan gayrı Arap unsurların bu gecikmişliklerinin bedelini çok çeşitli yollarla sürekli ödeme mecburiyetiyle yüzleşmeleri Arap ve gayrı Arap unsurlar arasında bir çatışma ve ihtilafın da oluşmasının asıl sebeplerinden biriydi. İran'ın fethi sonrası özellikle Farsların bazen isyan faaliyetleriyle bazen de kültürel düzeyde yürüttükleri mücadeleyle yaşadıkları maddi mağlubiyetin tazmin etmeye çalıştılar. Bu kendiliğinden Araplar ile Farslar arasında bir mücadelenin şekillenmesini getirdi. Araplar ile Farslar arasındaki bu mücadelenin İslam tarih yazımını da etkilediğini yeri gelmişken belirtmek gerekir. Şii ve Sünni teolojiler açısından hassas tarihi hadiselerin ele alınışında ortaya çıkan farklılıklara biraz da bu açıdan bakmak gerekebilir.

Kitabında İslam tarihinin ilk dönemi sayılabilecek ve Emevi devletinin yıkılmasıyla sonuçlanan tarihi süreci Arap ve gayrı Arap unsurlar arasındaki ilişkiyi anlamak ve bu ilişkinin oluşturduğu problem ve sonuçları gözlemleyebilmek amacını güden Maşallah Nar, aynı sürecin Şuubiyye hareketi olarak isimlendirilen tarihi olgunun oluşum sürecine tekabül ettiğini belirterek Müslüman Araplar ile gayrı Arapların yaşadığı dönüşümü gözlemlemek ve detaylı bir şekilde kavramak bakımından İslam öncesi dönemin başlangıç noktası seçiyor.

CAHİLİYE NEDİR?

Kitabının giriş bölümünde Cahiliye ifadesini kavramsal bakımdan tartışan Nar, Arap kimliğiyle ilişkilendirilen asabiyenin (İbn Halduncu bu kavramı da detaylı bir çözümlemeye tabi tutuyor Nar) kabile ölçeğinde kazandığı işlevsel ve olumlu anlamlara nazaran kabile dışında ortak bir ulusal bilinç üretme yerine parçalayıcı bir faktör olduğu sonucuna ulaşıyor. Bu itibarla Şuubiyye'nin Arapların geçmişten tevarüs ettikleri ulusal bilincine gayrı Arap unsurların reaksiyonu olarak geliştiğine dair yaygın bir şekilde savlanan fikri de eleştiriyor.

Kitabının birinci ve ikinci bölümünde Şuubiyye hareketinin ortaya çıkmasında etkin unsur olan mevalilerin İslam öncesi dönemden Emevi idaresinin sonuna kadar hangi aşamalardan geçtiğini, mevalilerin Emevilere karşı muhalif bir grup olarak ortaya çıkmasının sebeplerini, yani mevali hoşnutsuzluğunun kökenlerini anlamaya çalışan bir analiz geliştiren Nar, özellikle Emevi idaresinin öncesi (dört halife dönemi) ve sonrası (Abbasiler dönemi) arasında, bu grubun toplumsal ve idari durumundaki farklılaşmayı vurguluyor. Mevali hoşnutsuzluğunun temel muharrikinin de ekonomik ilişkiler olduğunu belirten Nar, Haccac bin Yusuf dönemindeki uygulamalar üzerinde ayrıntılı bir şekilde duruyor.

Kitabının üçüncü, bu itibarla son bölümünde ise Nar, Şuubiyye hareketi üzerinde duruyor.

Muhalif bir hareket olarak Şuubiyye'nin nasıl bir karakter arz ettiğini soruşturan üslubuyla Nar, bu hareketin mensuplarının iddia ve dayanaklarını, bu hareketle ilgili tarihçilerin yaptıkları yorumları, hareketin klasik Arap-Acem rekabeti içindeki ifadesi ve anlamını irdeliyor. Bu minvalde Arapların ve Acemlerin İslam öncesi mirasla kurdukları ilişkiyi ve Sasani devlet geleneğinin Arap devlet geleneği üzerindeki etkilerini anlayabilmek maksadıyla Sasani ve Arap toplum karakterleri üzerinde de duruyor.

Maşallah Nar'ın kitabının değeri Şuubiyye hareketini sadece ideolojik bir hareket olarak yorumlamamasında yatıyor. Bu hareketi ekonomik ve sosyo-politik açıdan irdeleyen Nar, mevali meselesini de geniş bir tarihsel süreçte ele alıyor. Böylelikle çok katmanlı bir şekilde Şuubiye hareketini irdeleyen Nar, literatürde yerleşik çoğu basma kalıp yargıyı da eleştirme fırsatı ediniyor.

3 Nisan 2024 Çarşamba

Yeni bir biyoetik mümkün

 Biyoteknoloji; hücre ve doku biyolojisi kültürü, moleküler biyoloji, mikrobiyoloji, genetik, fizyoloji ve biyokimya gibi doğa bilimlerinin yanı sıra makine mühendisliği, elektrik-elektronik mühendisliği ve bilgisayar mühendisliği gibi mühendislik dallarından yararlanarak, DNA teknolojisiyle bitki, hayvan ve mikroorganizmaları geliştirmek, özel bir kullanıma yönelik ürünleri oluşturmak ya da dönüştürmek için biyolojik sistemleri, canlı organizmaları ya da türevlerini kullanan uygulamaların tümüne verilen ad. Özellikle canlı klonlama (ki 5 Temmuz 1996'da Dolly isimli bir koyunun meme dokusundan bir hücre alındı, alınan bu hücre çekirdeği çıkartılmış bir yumurtaya aktarıldı ve elektrik şoku verilerek Dolly klonlandı), yapay organ ve doku üretimi, protein üretimi, bazı hormon, antikor, vitamin ve antibiyotiklerin üretimi gibi uygulamalarla bildiğimiz biyoteknoloji insan, hayvan ve bitki hücrelerinin fonksiyonlarını anlamak ve değiştirmek amacı taşıyan bir disiplin. Yirminci yüzyılın son çeyreğinden beri müthiş gelişme gösteren ve korkutucu bir hale gelen bu disiplinin beşerî varoluş, toplumsal yapı ve yönetim teknikleri üzerinde gerçekleştirmeye başladığı değişim hem bazılarının hayranlık duygularını kabartıyor hem de birçok ahlaki, etik, politik ve hukuki kaygı doğuruyor.

Alternatif biyopolitikalar

Özellikle maddi ve manevi varoluşumuza ilişkin olarak biyopolitikanın teknolojilerinin büyük ölçüde tehdit içermesi, biyopolitik teknolojilerin insani üremenin rasyonelleştirilmesinden tutun da bireysel sağlığın yönetimi, nöroloji, genetik araştırmaları, estetik müdahaleleri de içeren beden politikalarına kadar birçok alanda bu tehdidin sürekli güncellenmesi bilimsel özgürlük ile etik arasında kendiliğinden bir gerilimin doğmasına yol açmıştır. Böyle bir perspektiften biyopolitikanın alışılagelmiş beşeri varoluşun ve toplumsal sınırların nasıl belirleneceği noktasında bilimi denetleyen ve düzenleyen bir karar mekanizmasına da dönüşmektedir. Biyoteknolojik gelişmelerle mümkün hale dönüşen embriyonik kök hücre araştırmaları, klonlama, tüp bebek uygulamaları, embriyolar üzerinde yapılması mümkün genetik seleksiyon, taşıyıcı annelik uygulamaları dikkatle değerlendirilmesi gerekli uygulama alanları olarak belirmektedir.

Kitabının ana konusunu Batı'nın tarihselliğinden dolayı çatışan etik ve bilimin, bu çatışmalı durumunun yeniden gözden geçirilip biyoiktidarın birey ve toplum için olumlu biyopolitikalar oluşturma imkanının araştırılması olarak belirleyen Soner Tauscher, Batı'nın tarihselliğinden kaynaklanan travmalardan azade kılınmış bir şekilde biyoteknolojinin ortaya çıkardığı etik ikilemlere yönelik yeni bir etik tasavvuru araştırmayı hedefliyor. Alternatif biyopolitikaların arka planını oluşturacak böyle bir biyoetik tasavvurun ortaya çıkarılması için öncelikle Batı tarihselliğinde ve onun düşünce dünyasında yöneten-yönetilen ilişkilerini, birey-toplum-devlet bağlamında hukuk yapım süreçlerini ve bu süreçlere ahlakın/etiğin etkilerini irdeleyen Tauscher, yeni bir biyoetik anlayışın nüvesini barındırdığını savladığı İslam düşünce dünyasını ve tarihselliğini de ihmal etmiyor. Çalışmasında Batı ve İslam medeniyetlerinin tarihselliğinin kapsamlı bir mukayesesini yapmayan Tauscher, bunun yerine felsefi düşüncenin, kültürün, ekonominin ve etiğin etkisi altındaki yöneten-yönetilen ilişkilerindeki dönüşümleri bağlam odaklı tartışıyor.

Kitabının ilk iki bölümünde Batı dünyası ile İslam dünyası arasındaki sosyolojik, kültürel, iktisadi ve fikri farklılıkları göz önünde tutarak biyoteknolojik gelişmelerin çıkardığı yeni sorun alanlarına yönelik muhakkak kaynağını yerelden alan alternatif yaklaşımların önerilmesi gerektiğini düşünen Tauscher, İslam hukuk düşüncesinde bulunan makasıd ve maslahat fikrinin günümüz biyoetik sorunlarının çözümüne nasıl uyarlanabileceğini örnekliyor. Yerel tefekkürden yola çıkarak evrensel etiğe katkı sunabilecek etik temellendirmeler oluşturmaya çalışan Tauscher böylece alternatif biyopolitikaların imkanının araştırılmasını kitabının ana hedefine dönüştürüyor.

Biyoteknoloji, biyopolitika ve etiğin kesişim alanında tartışan Tauscher böylece belirlenebilecek bir sorumluluk etiğinin olumsuz sonuçlar doğuran ve beşerî varoluşumuzu tehdit eden biyoteknolojik gelişmeleri, bir anlamda bilimi sınırlayabilecek alternatif biyopolitikaların oluşturulması gerektiğini düşünüyor. Bu kapsamda doğa, insan ve devlet kavramları da tartışmanın içinde yer alıyor.

16 Mart 2024 Cumartesi

Bilimi bilim kılan nedir?

 Her türlü bilginin temelinde bazı düşünüş kalıplarının, birtakım eğilimlerin ve bazı entelektüel geleneklerin olduğu hiç kuşkusuzdur. Gündelik hayatta sık sık duyduğumuz, bazı tartışmalarda rakibi susturan entelektüel bir silah olarak kullanılan "yöntem", daha doğrusu "bilim ve bilimsel yöntem" düşüncesinin de bundan müstağni olmadığını söylemek gerekiyor. Bu düşüncenin temelinde ise bilimin yalnızca "bilimsel yöntemler" ile icra edilebileceği, "bilimsel" ve "doğru" bilgiye yalnızca "bilimsel yöntemlerle" ulaşılabileceği, hatta denebilirse bilimi bilim yapan şeyin de "bilimsel yöntem ya da yöntemler" olduğu inancı vardır. Bilimi bilim kılan şeyin bilimsel yöntem olduğu, "doğru ve kesin bilgi"ye bilimle ve onu bilim kılan şey addedilen yöntemle ulaşılacağı fikri Aydınlanma geleneği veya pozitivist gelenek olarak adlandırılabilecek eğilimin önemli bir bileşenidir. Bu fikirde yöntem, bilimin fiilen nasıl işlediğini ya da bilim adamının nasıl çalıştığını, bilimsel düşünme eyleminin fiilen nasıl gerçekleştiğini göstermez; bir yerde şart koşularak bilimin nasıl işlemesi gerektiği ya da bilim adamının nasıl çalışması gerektiği, bilimsel düşünme eyleminin nasıl gerçekleşmesi gerektiği ısrarla vurgulanır. Bir düşüncenin ya da fikrin doğru ve geçerli olabilmesi için bilimle ve bilimsel yöntemle üretilmesi gerektiği bu eğilimin handiyse kurucu yasasıdır.

Anlamlı bir problem olarak yöntem

Türkiye'de bilim sosyolojisi alanında yapılmış ilk doktora tezi Epistemik Cemaat ile tanıdığımız merhum Hüsamettin Arslan'ın yayınlanmamış doçentlik tezinin kitaplaşmış hali olan Yöntemi Aşan Bilim, yönteme bağlılığın, yönteme vurgunun veya inancın kendisinin yöntemlere dayanıp dayanmadığını ya da bilimsel olup olmadığını tartışıyor. Yöntem düşüncesini entelektüel açıdan anlamlı bir probleme dönüştürerek tartışan Arslan, bu tartışmayı Batı entelektüel tarihinde yöntem düşüncesinin aldığı formları belirleyerek onun toplumsal temelleri ile bir bütün olarak düşünüyor.

Bilimin ya da entelektüel faaliyetin zannedildiği gibi yönteme değil, geleneğe dayandığını bu anlamda yöntemlerin düşünce geleneklerince şekillendirilmiş birtakım işlemler olduğunu söyleyen Arslan, "Bilimsel yöntemler dahil, yöntemler geleneklerin ürünleri ya da sonuçlarıdır; bilimin kendisi değil" vurgusunda bulunuyor.

Aydınlanma geleneğinin ütopyasını "İnsanlığın kurtuluşu bilimdedir ve bu tercih edilebilecek mümkün biricik doğru yoldur. Batı düşüncesinin gelişiminin tarihsel seyri göz önünde bulundurulduğunda 'bilimsel yöntem'e ve 'bilim'e bu dogmatik bağlılık, dinden ve ortaçağdan kurtuluşun anahtarını verir; ütopiktir" cümleleriyle özetleyen Arslan, bu düşüncenin de katıksız bir bilimsel dogma ve illüzyon olduğunu belirterek "tarihsel bir kutsalın yerine ikame edilmiş başka bir tarihsel kutsal"la karşı karşıya olduğumuzun altını çiziyor. Bilimsel yönteme bu türden sofuca bir bağlılığın "bilimsel" addedilen doğruya ulaşmak için yönteme yapılan vurgunun kendisinin bu yönteme uygun olup olmadığını düşünmediğini belirten Arslan, bilimsel yöntem ya da yöntemleri tarih dışı, toplum dışı, insani değer, ilgi, amaç ve çıkarlardan bağımsız ve bu sebeple evrensel addeden bu anlayışın sırf bu sebeple, yani bütün evrensel formların toplumsal ve beşeri alandan bağımsız bir özerklik alanına yerleştirildiği için, insani açıdan erişilemez ve eleştirilemez bir pozisyona getirildiğini kutsallaştığına dikkat çekiyor.

Geleneğin düşünceyi öncelediğini vurgulayan Arslan Aydınlanmadan pozitivizme, Sokratik gelenekten rasyonalist ve rölativist geleneklere kadar bütün entelektüel geleneklerin, bir çeşit entelektüel strateji ya da taktik olduklarını belirterek yönteme dogmatik bağlılığı dile getiren entelektüel tutuma da bir ideoloji anlamında yöntemizm diyor.

Eserinde Polanyi'nin 'zımni boyut', Gadamer'in dille özdeşleştirdiği gelenek, Kuhn'un 'paradigma', Feyerabend'in 'soyut gelenekler', Lakatos'un 'araştırma programlarının katı çekirdeği', Bronowski'nin 'sağduyu', Mannheim'ın 'ideoloji', Bourdieu'nun 'habitus', Wittgenstein'ın 'dil oyunu', Foucault'un 'episteme', Lyotard'ın 'meta-anlatı' dediği yerde dogma ve önyargının ikamet ettiğini ifade eden Arslan, yaygın bilim ve yöntem düşüncesini özellikle bir sosyolog-tarihçi ve sosyolog-filozof saydığı Thomas S. Kuhn'a dayanarak eleştiriyor.

Türkiye'deki sosyal bilimler geleneğine ve entelektüellere de hatırı sayılır eleştiriler yönelten Arslan'ın kitabı onlara anti-Kartezyen, anti-Aydınlanmacı, anti-pozitivist, anti-bilimist ve anti-yöntemist geleneğe açılmayı öneriyor.

7 Mart 2024 Perşembe

Ahlak siyasetin nesi olur?

Ahlak ve siyaset genelde birbiriyle ilişkili alanlar olarak düşünülür. Bu "ilişki"nin künhünün ne olduğu ise farklı düşünürler tarafından farklı değerlendirilir. Kimi filozof ahlakı ön plana geçirerek yorumlarını yaparken siyaseti önceleyen filozoflar ise ahlakı siyasete nazaran ele alır. Ahlak felsefe tarihi boyunca genelde bireysel ve erdemli davranışın ne olduğunu ortaya çıkarmak için kullanılan bir ilmi disiplin olarak yorumlanır. Siyaset ise toplumsal faydanın azamileştirilmesini amaç edinen bir disiplin olarak görülür. Bu noktada bazı soruların kaçınılmaz hale geldiğini düşünebiliriz. Bu sorulardan kimilerini 'öncelik', 'üstünlük','bağlayıcılık' noktasında toparlamak mümkündür. Bu minvalde ahlak ile siyaseti özdeşleştiren bakış açıları kadar ahlak ile siyasetin herhangi birini diğerine önceleyen, üstün ve bağlayıcı kılan anlayışlar da belirlenebilir. Ahlak ile toplum, devlet ve hukuk arasındaki ilişkileri tartışan bir bakış açısı; toplum, devlet, hukuk ile bağları dolayısıyla ister istemez siyaset ile ahlak arasındaki bağları da tartışmak zorunda kalacaktır.

Felsefe tarihi eserleri ve sistematik felsefe çalışmalarına bakış bize ahlak ile siyaset arasında çeşitli bakımlardan ilişki kurulabileceğini gösterir. Ahlak ile siyaset arasındaki bu ilişkililik antik dönemden günümüze kadar farklı yönlerden ele alınmıştır. Murat Bayram ile Ender Büyüközkara'nın birlikte derledikleri Pratik Felsefe-Ahlak ve Siyaset Tartışmaları adlı kitap, bu alanlar arasında kurulan ilişki tarzlarını irdeliyor. Derlemede öncelikle ahlak-toplum, ahlak-siyaset, ahlak-hukuk, ahlak-devlet ilişkisi gibi temel konularda düşünenlere veri sağlanması amaçlanırken en genel manada ahlak ve siyaset felsefesi alanlarına yer veriliyor.

Devrim ve iktidar kavramsallaştırması

Derleyenlerin yanısıra Melike Molacı, Naim Karatepe, Yıldırım Karaoğlan, Mustafa Bingöl, İbrahim Safa Daşkaya, Ferdi Selim, Ahsen Seçgin, Mihriban Kutan, Halit Karataş isimlerinin makalelerinin yer aldığı derlemede Batı felsefesindeki siyaset ve ahlak ilişkisinden, Stoacı yaşama sanatına, Augustinus ile Kant'ın ahlak görüşlerinin mukayesesinden İslam felsefesinde ahlak-siyaset ilişkisinin ele alınışına, siyaset ve ahlakın ışığında Farabi'nin görüşlerinin değerlendirilmesinden Thomas Aquinas'ın felsefesinde siyasete, Thomas Hobbes'un Leviathan'da doğa yasalarını ahlaki üst ilkeler olarak belirlemesinden Gramsci'nin ideoloji ve hegemonya kavramları etrafında düşündüğü siyaset felsefesine, Hannah Arendt'in 'radikal kötülük' çözümlemesinden Friedrich Hayek'in özgürlük, adalet ve hukuk anlayışına, John Holloway'in felsefesi üzerinden çağdaş siyaset felsefesinde devrim ve iktidarın nasıl kavramlaştırıldığına dair birçok meseleye yer verilmiş.

Siyasal rejimin halkın mutluluğu için yalan söylemeli/kötülük yapabilmelidir düşüncesinin modern politik söyleme hakim olduğunu belirten Murat Bayram yazısında ahlaka ilişkin vurguyu antik Grek düşünürlerinin nomos-physis sarkacında ileri sürdüğü düşünceler temelinde değerlendiriyor. Bu noktada nomos-physis sarkacının felsefe tarihi boyunca tuttuğu yeri yorumlayan Schopenhauer'e göre "Sokrates'ten bu yana felsefenin sorunu dünya fenomenini meydana getiren ve neticede onun doğasını belirleyen güç ile mizaç ya da karakterin ahlakiliğini birleştirmek ve dolayısıyla maddi dünyanın temeli olarak manevi bir dünya düzeni tesis etmek olmuştur." Aristoteles'in ahlak ve yasayı keskin sınırlarla ayırmadığına işaret eden Bayram onun "haksız bir yasanın ahlaki temellerden yoksun olduğunu ve doğaya aykırı olduğunu söyle"diğine dikkat çekiyor. Cicero'dan Thomas Aquinas'a kadar geliştirilen bu düşüncede ahlak ile politika elbette iç içe ele alınıyor. Modern devlete dönüşümle birlikte ahlak ve siyaset ilişkisinin sorgulanmaya başladığını belirten Bayram, nomos-physis ilişkisinin baş aşağı çevrildiğini ileri süren Leo Strauss'u anarak yasanın ahlaka bağımlı olmasını öngören klasik düşüncenin altüst olduğunu, politik bilgeliğin soytarılık olarak değerlendirildiğini ifade ediyor. Buna rağmen her ne kadar modern politik anlayışlardan dışlanmaya çalışılsa ya da siyaset için bir "araç" pozisyonuna düşürülmeye çalışılsa da toplumsal düzenin sürdürülebilmesi için ahlaki temellendirmelere ve bu yönde geliştirilmiş teorilere ihtiyaç duyulduğunu vurgulayan Bayram, liberalizmin geliştirilme sürecine ve faydacı ahlak teorilerine de değiniyor.


28 Şubat 2024 Çarşamba

Her anlama biraz yanlış anlamadır

Felsefi görüşlerini ifade ederken hermenötik geleneği ve bilhassa Wilhelm Dilthey'i ayna seçen Hans-Georg Gadamer'in temel eseridir Hakikat ve Yöntem. Bu eserin ilk baskısına yazdığı girişte "hermeneutik fenomen, temel olarak bir metot problemi değildir... o bilgi ve hakikatle ilgilenir" diyerek amacının tüm anlama tarzlarında ortak olan şeyi keşfetmek ve anlamanın hiçbir zaman belli bir nesne ile öznel bir ilişki olmadığını, onun etkilerinin tarihiyle bir ilişki olduğunu, başka bir deyişle anlamanın, anlaşılan şeyin varlığına bağlı olduğunu göstermek olduğunu vurgular.

Anlama Gadamer için Dilthey'de olduğu gibi sadece tin bilimlerini doğa bilimlerinden ayırt etmeyi sağlayan bir kavram değil, beşerî oluşun temel özelliğidir. Anlamanın yöntem aracılığıyla geçekleşeceği tasavvurunu benimsemeyen Gadamer'e göre anlama hiçbir zaman saf ve arı bir anlama olarak görülemez. Beşerî varoluşun temel özelliği olması sebebiyle hep birtakım önbilgiler, önseziler, öngörüler ve görüşler, kısaca "önyargı" kavramı altında toparlayabileceğimiz anlama ve yorum öncesi yargılar içerir; daha doğrusu onlar sayesinde vuku bulur. "Tüm anlamanın kaçınılmazcasına bazı önyargıları içerdiği" kabulü belki de Gadamer'in doğa bilimlerinin haiz olduğunun iddia edildiği nesnellik tasavvurunu aşmasında en önemli çıkış noktasıdır. Varlığımızı oluşturan şeyin yargılarımızdan daha fazla önyargılarımız olduğu noktasındaki ısrarıyla Gadamer, "önyargı, zorunlu olarak yanlış yargı değil, olumlu ya da olumsuz bir değere sahip olabilen bir fikrin bir parçası anlamına gelir" der. Aydınlanma felsefelerinin önyargı noktasında son derece önyargılı davrandığını belirten Gadamer bu arada Aydınlanmanın temel önyargısının önyargıya olan önyargısı olduğunu vurgulamayı ihmal etmez.

Anlamak ve tarih

Anlamayı mümkün kılan meşru önyargıları belirlemede gelenek ve tarihin etki birliği büyük bir öneme sahiptir. Bir tarihselliğe sahip olduğumuzun, daha doğrusu tarihin içine gömülü olduğumuzun kabulü bizim hiçbir zaman mutlak ve tam bir bilgiye sahip olamayacağımız anlamına gelir. Anlamak her zaman bizim tarihsel durumumuzla ilintilidir. Anlamamızı etkileyen en önemli unsur belki de bu durumdur. Bu durumda olduğumuz için bir ufka da sahibizdir. Anlamak bizim ufuk sahibi oluşumuzla ilintilidir. Anlamaya çalıştığımız kişinin ya da şeyin de -ister bir metin ister bir resim ister bir gelenek isterse bir mimari yapı olsun- bir ufku vardır. Anlama eyleminde bizim ufkumuz ile anlamaya çalıştığımız şeyin ufku iç içe geçer, kaynaşır. Yine de her anlamanın eksik ve bu yüzden yanlış bir anlama olduğunu kabul etmek gerekecektir.

Beşerî bilimlerdeki pozitivist etkinin kırılmasında ve hermenötiğin felsefîleşmesinde katkısı büyük olan Gadamer, Heidegger'in beşerî varoluşun zamansal analizine dayalı yaklaşımından hareketle geliştirdiği ve bütün insanların etkin tarihsel bir bilince sahip olduğu analizine dayalı felsefi hermenötiği sadece Heidegger'in anlaşılır kılınmasına hizmet etmez elbette. Benimsediği tutum sayesinde kendisinden önce gelen felsefi gelenekle hesaplaşan Gadamer'in iletişim ahlakından metin yorumlamalarına, sosyolojiden edebiyata, medeniyet kavrayışlarından bilim yaklaşımlarına dek birçok alanda gizli ya da açık etkilerine kolaylıkla rastlanır. Özellikle aklın tarihsel niteliklerine dikkat çekerek Aydınlanma ideallerinin taşıdığı çelişkileri cerh eden tutumuyla Gadamer'in anlamacı yaklaşımının diyalogu önemsediğini belirtmeliyiz. Ufukların kaynaşması olarak nitelenen yaklaşımı zaten bunu simgeler.

Türkçeye Hüsamettin Arslan ile İsmail Yavuzcan'ın birlikte çevirdiği Hakikat ve Yöntem, Gadamer'in kavradığı şekliyle felsefi hermenötiğin başucu eseri sayılmalıdır. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya'nın en önemli felsefi ihraç kalemi olarak addedilen eser; hayatı, tabiatı, tarihi, sanatı ve toplumu kavramayı sağlayacak nihai yöntem arayışlarına karşı beşerî oluşumuzun kimine göre zaaf kimine göreyse avantaj oluşturan yanlarını da vurgular.


15 Şubat 2024 Perşembe

Son 100 yılın siyasi fikir temsilleri

Osmanlı devletinin son yüzyılında yaşanan ve dağılma, toprak kaybı ile kendini belli eden süreçte bir kurtuluş reçetesi olarak ortaya çıkmaya başlayan çeşitli siyasi yaklaşım ve fikir akımları vardır. Kapitalistleşen Avrupa'nın üstünlüğüne karşı Osmanlı devletini ayakta tutmaya çabalayan ve bunun için siyasi, ekonomik ve kültürel çeşitli çözüm önerileri geliştiren bu fikir akımlarının hedeflediği elbette Türkiye'nin geri kalmışlıktan kurtarılmasıdır. Genel olarak Batıcılık, Türkçülük ve İslamcılık olarak nitelenen bu entelektüel çabaların esaslı konusunun da siyasal tartışmalar ve sorunlar etrafında belirginleştiğini söylemek gerekir. Osmanlı'dan Cumhuriyete, özellikle Cumhuriyet döneminde ulus-devlet yapılanmasının gelişmesiyle bu çabaların da Osmanlı'dan Cumhuriyet'e geçtiğini düşünebiliriz. Osmanlı'dan Cumhuriyet'e geçiş ekseni etrafında Türk toplumundaki ana kutuplaşmanın oluşmasında da etkili olmuş bulunan entelektüel çabalar kadar bazı siyasal tartışmaların da devrolduğu açıktır. Bunun en güzel örneği iktidar ile muhalefet arasındaki ilişkilerin nasıl olması gerektiğine ilişkin tartışmalardır.

Modern devletin kuruluşundan bu yana geçen süreçte iktidar-muhalefet ilişkilerine ilişkin değerlendirmelerin çoğu kez ideolojik boyutlarda seyrettiğini vurgulayan İlhan Bilici, Türk Siyasal Hayatında Siyasi Fikir Temsilleri başlığı altında yaptığı derlemeyi takdim ederken bu değerlendirmelerde içerilen "ötekileştirici ve ayrımcı üslup"u geride bırakıp tarihi mirası anlamlandırmak için bu mirasa yol açan tarihsel ve toplumsal şartların analiz edilmesi gerektiğini belirtiyor. Tarihsel miras içinde yer alan süreli yayınları ya da bu süreli yayınlar çevresinde öbeklenmiş aydınların siyasi tezlerini irdelemenin tarihsel mirası anlamlandırma yolunda iyi bir başlangıç addedilebileceğini vurgulayan Bilici'nin derlediği kitapta Kemalizmden İslamcılığa, Anadoluculuktan liberalizme, Marksizmden milliyetçiliğe ana siyasi akımların yayın organlarının ayrıntılı değerlendirmeleri yer alıyor.

Siyasi birikim

Sözgelimi Adnan Bilir ve Yunus Usta Kültür ve İdeoloji Serencamında Türk Ocakları başlığını taşıyan makalelerinde Türk milliyetçiliği üzerinde kalıcı etkileri bulunan Türk Ocağı müessesini ele alırken Milli Türk Talebe Birliği'nin siyasal kimlik inşasındaki rolünü Mustafa Burak Çelebi tartışıyor. Cumhuriyet'in bir toplumsal dönüşüm kurumu olarak görülen Halkevleri'ni Fevzi Çakmak ile Asil Kaya makalelerinde ele alırken Marksizm'in gölgesinde sol Kemalist bir yayın organı olarak temayüz etmiş Kadro dergisine de Murat Yıldız eğiliyor. Hareket, Hür Fikirler, Serdengeçti, Forum ve Diriliş dergileri de incelenen dergilerden bazıları.

Derleme bu boyutlarıyla Türkiye'deki siyasal düşüncelerin ayrıntılı irdelenmesine giden yolda önemli bir başlangıç noktası olarak siyasi akımlar üzerinde etkili olmuş bazı kurum ve dergilerin ele alınışını sağlıyor. Modernleşen Türkiye'deki siyasi düşünce mirasını ele alan derlemenin Cumhuriyet'in 100. yılına ithaf edilmesi de bugünkü siyasal düşüncelerin tarihsel ve toplumsal kökenlerini anlama bakımından bu tarihi mirasın ne kadar önemli olduğunu göstermeye yetiyor.

26 akademisyen ve araştırmacının makalelerini içeren derleme böylelikle günümüz Türkiye'sinde hakim olan belli başlı siyasi ve toplumsal fikirlerin serencamını bir arada görme imkanı tanıyor. Bu fikirlerin oluşumunda etkili olan siyasal, sosyokültürel ve iktisadi saikleri de çözümleyen yanlarıyla makaleler, söz konusu siyasal fikirlerin sadece kökenlerini değil, kurucu kadrolarını ve siyasi bağlamda oynadıkları rolleri de ihata ediyor.

Kitap bu bakımdan Cumhuriyet dönemindeki 100 yıllık siyasi birikimin oluşumundaki etkileri inkâr edilemeyecek, sağ ve sol gruplar eksenindeki siyasi yayınlar ve ideolojik örgütleri akademik bakımdan ele alıyor. Siyaset bilimi, siyaset sosyolojisi, uluslararası ilişkiler, gazetecilik gibi farklı disiplinlerin söz dağarını kullanan makalelerin böylelikle sözünü ettiğimiz mirası kavrama noktasında farklı bakış açılarına imkân sağladığını görebiliriz. Bunu yaparken Türkiye'deki siyasi birikimin değerlendirilmesi nokta-i nazarından sosyal bilimcilerin önemli sorumlulukları bulunduğunu da hatırlatıyor derleme.


17 Ocak 2024 Çarşamba

Üç devletli alim

 Osmanlı devletinin kuruluşu sonrası ilk medresesi sayılan İznik medresesinin ilk baş müderrisi de Davud-i Kayseri'dir. Doğumundan ölümüne kadar Türkiye Selçukluları, İlhanlılar ve Osmanlılar olmak üzere üç ayrı devletin tebaası olarak yaşamış Davud-i Kayseri'nin çocukluğunun Selçuklulara, yetişme dönemi ve gençliğinin İlhanlılara, olgunluğunun ise Osmanlılara tekabül ettiğini belirtmeliyiz. Tıpkı doğum tarihi gibi eğitim hayatı hakkında da birçok meşkuk nokta bulunan Davud-i Kayseri'nin hukuk, mantık, matematik gibi dersleri Kadı Siraceddin Urmevi, Abdurrezzak Kaşani'den öğrendiği kabul edilir. Hayrettin Karaman'a göre o, dini ilimlerini ikmal için Kahire'ye gitmeden önce Kayseri'de Siracüddin Urmevi'den hukuki, dini ve akli ilimleri de okumuştur. Urmevi'nin Anadolu kadılar kadısı (kadı'l kudat) unvanı bulunduğunu, yazdığı Metaliul Envar'ın mantık kısmının Osmanlı devletinde iptida mekteplerinin 500 yıl boyunca ders kitabı olarak okutulduğunu da belirtmek gerekir.

30 akçe maaşlı müderris

Davud-i Kayseri kaynaklara göre Orhan Gazi tarafından kurulan İznik medresesine 30 akçe maaşla müderris tayin edilir. Ibni Arabi'nin üvey oğlu ve tilmizi Sadreddin Konevi'nin öğrencisi olan Abdürrezzak Kaşani'ye talebelik eden Davud-i Kayseri'nin bu isim sebebiyle vahdet-i vücud ekolüne intisap ettiği söylenebilir. 1336'da Davud-i Kayseri'nin yerleştiği İznik'in mamur bir şehir olduğunu İbn Battuta'nın seyahatnamesinden öğreniyoruz. Davud-i Kayseri İznik Medresesi'nde, ölene dek, yani on beş yıl kadar müderrislik yapar. Bu medreseden yetişen önemli isimlerden birinin de Molla Fenari olduğunu kaydedelim.

Fusüsül Hikem'e Giriş adıyla ve Turan Koç'un Türkçesiyle basılan Mukeddemat, Davud-i Kayseri'nin en ünlü eseri sayılan ve halen bazı ülkelerdeki medreselerde ders kitabı olarak okutulan Matlau Husûsi'l-Kelim fî Ma'âni Füsûsi'l-Hikem'in giriş bölümüdür. Eser adından da anlaşılacağı üzere bir Füsusi'l-Hikem şerhidir.

Füsusul Hikem'i niye şerh etmeye giriştiğini anlatan şu sözleri kayda değerdir: "Öğrenmek isteyenlere bu kitabın sırlarını açıklama ve manaları üzerindeki perdeleri kaldırma arzusu içime doğdu. Bu manalar, şeyhin (İbn Arabî) nurlu kalbine ve temiz ruhuna alîm, habîr, hakîm ve kadîr olan Hazretten bir tecellî, bir yakınlık ve bir ihsân olarak verilmişti. Bu şerh işine girişmem 'Sizi kuşatan bu rahmeti yayın' emrine uymak, hükmüne boyun eğmek; Allah'ın "Onlar ki, verdiğimiz rızıktan infak ederler" mealindeki ayetin çerçevesine girmek, "Rabbinin nimetini anlat emrinde olduğu gibi şükrümü eda etmek içindir."

Mütercim Turan Koç'un ifadesiyle kadim kültürümüzün temel taşlarından olan Fususu'l Hikem'e hem derli toplu bir giriş olan hem de onun sırlarını kavramak isteyenlere yardımcı olmak bakımından epey zahmet içeren eser, birçok açıdan önemli ve okunması gerekli kitaplardan addedilmelidir.

Yine söylemek gerekir ki, birçok bakımdan klasik dünyamızın zü'l-cenaheyn ilim adamlarından biridir Davud-i Kayseri. Şeyh Edebali, Yunus Emre, Geyikli Baba, Hacı Bektaş Veli gibi birçok sufiyle muasırdır. Kelam ve fıkıh gibi zahiri ilimleri tasavvuf zevkiyle bezeyen Davud-i Kayseri'nin üzerinde Anadolu, Mısır ve İran üçgeninin tesiri açıkça görülür. Özellikle Fususul Hikem'e Giriş'te varlık mütalaaları onun aynı zamanda felsefî konulara gerçekten hakim olduğunu da gösterir. Bu noktada Urmevi'den aldığı derslerin epey tesirli olduğu söylenmelidir. Böylece o şahsında kelam, tasavvuf ve felsefeyi imtizaç ettirmiştir. Ekberiliğin ve İbn Arabi'nin Osmanlı kültür dünyasına girişinin Konevi-Kaşani-Kayseri dolayımıyla olduğunu da bu vesileyle vurgulayabiliriz. Osmanlı ilminin kurucusu olması hasebiyle dinin ve milletin şerefi manasına gelen Şerefeddin ve Mille unvanıyla anılması da yerli yerindedir. Ayrıca Hanefi mezhebine mensup olduğu için zaman zaman El Hanefi olarak da zikredilmiştir.